Kültür Korumacılığı
Taşınmaz Kültür Varlıkları, bilindiği gibi genellikle kırsal alanda gözlerden oldukça uzak ve kendi kaderleriyle başbaşa kalmış veya civardaki insanların insafı ölçüsünde korunabilen tarihi zenginliklerimizdir. Zamana ve tabiat şartlarına göğüs gererek günümüze kadar gelebilmiş bu kalıntılar, eğer günümüz insanının eli değmezse daha uzun müddet varlığını koruyabilecektir. Kırık-dökük veya yıkık-yanık, yarısı toprak altındaki gösterişsiz halleriyle eski kalıntılar, bu topraklarda bizlerden önce yaşamış olan onlarca millet-kavim-halk-kabile ve benzeri toplulukların kültürlerini yansıtmaktadır. Bu gün bizlerin aynı topraklarda yaşıyor olması dolayısıyla, pek farkında olmasak da bu kültürlere mirasçı durumunda olduğumuzun bilincinde olmak zorundayız.
Binlerce yıl geriye gittiğmizi düşünürsek, aynı toprakta yaşamış, aynı havayı solumuş, aynı suyu içmiş olan insanlar, aslında bizlere edindikleri deneyimleri sunmaktalar taşınır ve taşınmaz kalıntılarla. Aslında onlar bize bırakılmış birer mesajdır eğer iyi okuyup anlayabilirsek. Bizler de onların yaptıkları iyi ve güzel şeyleri tekrarlayarak veya kötü ve çirkin şeyleri yapmayarak kendimize pay çıkarabiliriz. Bir başka deyişle bazı konularda zaman kaybedip Amerika’yı yeniden keşfetmekle uğraşmayız. Geçmiş zamanlardan kalmış kültür varlıklarını korumak bir erdem işidir. Bunun tahsille, eğitimle, mevkii veya makam ile de pek ilgisi yoktur. En cahil zannedilen, belki de okuması-yazması bile olmayan birisi dahî bu konuda daha duyarlı olabilir, birçok aydın(!)a kıyasla.
Her zaman tabiat ile içiçe olmaktan dolayı gözlem-tecrübe-erdem yolunda derin bir birikime sahip olan Kızılderililer’in bir atasözü, aslında doğal varlıklar için söylenmiştir ama, pekâla kültür varlıklarına da uygulanabilir, belki de bu konuda söylenebilecek en özlü ve derinlikli sözdür. Derler ki Kızılderililer, ” Bu güzellikler atalarımızdan bize miras kalmadı, biz onları çocuklarımızdan ödünç aldık. “ Bizler de günümüze kalmış her eski kalıntının aslında çocuklarımızın malı olduğunun bilincine varıp, bunları çocuklarımız için saklamak zorundayız, geçmişi görüp-bilip-tanıyıp örnek almak, ibret almak, ders almak için. Bu husus nesiller bazında düşünüldüğünde, çıkar, rantiye, tamah, yolsuzluk, hortum gibi aslında kültürümüze çok yabancı olmakla beraber maalesef içiçe yaşanılan şu dönemlerde bu konu özellikle önem kazanmakta ve taş yerinde ağırdır misali derhal müdahale gerektirmektedir. Kültür varlıklarını korumak bir ilgi alanı, bir hobi veya bir görev olmaktan çok ötede bir mecburiyettir. Çünkü, kırılan bir eşyanın yenisini gidip çarşıdan almak mümkündür, yıkılan bir binayı yeniden ve daha güzel yapmak kolaydır. Fakat eski kültür varlıkları tıpkı çiğ yumurta gibidir, kırılırsa tamir etmek mümkün olamayacağı gibi, onu yeniden yapması için yüzlerce veya binlerce yıl önce yaşamış ustasını da geri getirerek yeniden yaptırmak imkân dışıdır. Veya, zengin şımarıklığı ve mantalitesiyle “eski eser gerekirse onu da ithal ederiz” ifadesi, düşünce olarak dahî bir saçmalıktır.
Özellikle kırsal alanda bulunan göz önündeki kalıntıların korunmasında çok çeşitli güçlükler yaşanmaktadır. Aslında, bazı basit önlemlerle oldukça etkili sonuçlar alınabilir. Meselâ, her köydeki kültür varlıkları, o köyün muhtarına ve azalarına İlin Valisi tarafından zimmetlendiği takdirde, kültür varlıklarının en yakınındaki kişiler oldukları için, aynı zamanda daha duyarlı ve en iyi koruyucular da olacaklar, yapılan tacavüz veya tahripleri önledikleri gibi en kısa zamanda ilgili yerleri haberdar ederek korunmasını sağlayacaklardır.
Böyle bir uygulama, yıllardır Gaziantep Müzesi tarafından Gaziantep’de başarıyla uygulanmakta olup, en ücra yerdeki herhangi bir tecavüzden kısa zamanda haberdar olunabilmektedir. Paralel olarak da, bu konuyla ilgilenmeyen muhtar veya azalar hakkında yasal işlemler yapılmaktadır. Eğer bu uygulama, ülke çapında ele alınarak yaygınlaştırılırsa bilinçli veya bilinçsiz tahriplerin, tecavüzlerin, kaçak kazıların ve eski eser kaçakçılığının önlenmesinde önemli ölçüde yol alınabilir.
Eski eser (kültür varlığı) tahribi ve kaçakçılığının önlenmesinde bir diğer yöntem de, tıpkı günümüzdeki “Trafik Müfettişleri” gibi “Fahrî Arkeoloji Müfettişliği” yöntemini tesis etmek olabilir. Kendilerine böyle bir görev ve yetki verilen denenmiş, güvenilir veya sınavdan geçirilmiş duyarlı ve bilinçli kişiler, kültür varlıklarının korunmasında veya tahribinin önlenmesinde önemli katkılarda bulunabilirler. Özellikle turizm bölgelerinde veya tarımsal alanlardaki arkeolojik sit alanlarının korunmasında bu sektörde çalışanlar veya yörede yaşayanlar, kırsal bölgelerde köy öğretmenleri, orman memurları veya ziraat teknisyenleri gibi kamu görevlileri bilgilendirme kurslarından sonra faal hale getirilebilirler. Aynı şekilde, şehirlerde ilgili ve duyarlı kişiler de bilgilendirildikten sonra birer kültür muhbiri veya ajanı haline getirilebilirler. Tabii ki, bu gönüllü müfettişlerin yaptıkları ihbarlar muhatap bulmalı ve ciddiye alınmalıdır. Onların da, bu görevi kötüye kullanmamaları gerekir. En doğrusu Kültür Bakanlığı’nın bu konuda bir yönetmelik hazırlayarak yürürlüğe koymasıdır. Benzer gönüllü görevliler özellikle kültür veya tabiat varlığı tahribine maruz kalan çeşitli ülkelerde uygulanmakta olup, ülkemizde de böyle bir konunun gündeme getirilmesi fantezi değil, gerekliliktir.
Aslında, kültürlüyüm, eğitimliyim, duyarlıyım, sorumluluk sahibiyim, vatanımı, memleketimi ve çevremi seviyorum diyebilen her kişinin bir ” kültür müfettişi” olarak etrafında olup bitene dikkat etmesi ve üzerine düşeni vicdanı nisbetinde yerine getirmesi, gerekliliğin ötesinde vatanî bir görev ve borçtur.