Kara Mayınları ve Arkeolojik Alanlar
KARA MAYINLARI VE ARKEOLOJİK ALANLAR
Mayınsız Türkiye Dergisi Sayı: 3-4, 2005′ de yayınlanmıştır.
Arkeoloji, çok kısa bir tarifle “eskinin bilimi“dir. Elde ettiği buluntularla geçmiş dönemleri tanımlamaya, yorumlamaya ve bir sonuca varmaya çalışır. Herkesin malûmudur ki, arkeolojik buluntular su altında da bulunmakla birlikte genellikle toprak altındadırlar. Şehir kalıntıları, tapınaklar, surlar, kaleler, evler ve içindeki eşyalar hatta iskeletler, yüzlerce senenin birikimi ile toprağın metrelerce altında kalabilirler. Arkeoloji bilimi bunları ortaya çıkarmak için kazılar yapıp yorumlayarak, geçmiş dönemleri aydınlatmaya çalışır. Bu çalışmalar yapılırken bir de farkına varılır ki, yeni keşfedildiği zannedilen bazı olgular, yüzlerce yıl öncesinin insanları tarafından kullanılmış da unutulmuş bile. İşte o zaman insanoğlunun kendisine sorması gereken soru şudur: Eğer, yüzlerce yıl önce kullanılan ve yeni keşfedildiği için sevinilen bir çok husus, unutulmadan zaman içinde gelişerek günümüze kadar gelseydi, 21. yüzyılın insanlarının hangi uygarlık seviyesinde olmaları gerekirdi? Bukabil sorulardan dolayı, insanlığın şimdi neden ileri düzeylerde olmadığını araştırma gereği duyulmaktadır.
Toprakla haşır neşir araştırmacı arkeologlar olarak bazan âniden ortaya çıkan ve beyinlerde flâş gibi patlayan acı gerçeklerle karşılaşılmaktadır; Özellikle sınırlar ve hassas alanlarda, inceleme konusu olan arkeolojik eserlerle adetâ koyun koyuna yatan soğuk yüzlü teneke kutular! Arkeologların henüz bunlarla birebir tanışmadığı zaten bu satırların yazılabilmesinden bellidir, ama o bölgelere fazlaca yaklaşılamadığı da bir gerçektir. Fakat arkeolojik bir eserle, içi patlayıcı dolu bir teneke kutuyu-bir mayını yanyana düşünmek, insanın hayal gücünü bile dumura uğratmaya yetecek bir husustur. Bir çok yerde, değil yanyana, koyun koyuna denecek kadar samimi şekilde birlikte olmalarının sebebi; her ikisinin de içinde bulunduğu toprağın yüzeyde stratejik bakımından çok önemli olmasıdır.
Güneydoğu Anadolu, fakat özellikle de Gaziantep için söylemek gerekirse, insanlığın kültürel anlamda ilk kez ortaya çıktığı “Bereketli Hilâl” içinde yer alan bu bölge, aynı zamanda Anadolu Plâtosu’nun sona erip Suriye Düzlükleri’nin başladığı doğu-batı hattı üzerinde uzanan coğrafî bir sınırdır. İnsanlığın en eski kültür merkezleri bu hattın üzerinde veya hemen yakınındadır. Bugünkü Türkiye-Suriye ülke sınırı, aşağı yukarı bahsedilen bu hat üzerindedir. Sınırın hem kuzeyinde Türkiye’de ve hem de güneyinde Suriye’de sayısı tam olarak tesbit edilememiş arkeolojik yerleşim yerleri olan höyükler ile başta Kargamış ve Cyrrhus gibi antik şehirler yer almaktadır. Bunların hepsi de, birer uygarlık merkezi olan Anadolu ile Suriye ve Mezopotamya arasındaki kültürel geçiş güzergâhını oluşturmaktadır. Arkeoloji Bilimi ve Kültür Tarihi açısından bu kadar önemli olan sınır hattı, yakın geçmiş ve günümüz devlet politikaları bakımından da çok önemli olduğundan hassasiyetini halen korumaktadır. İşte bu hassasiyet yüzünden de sözü edilen sınır hattı, kara mayınları ile doldurulmuş ve güzelim sanat eserleri ile soğuk yüzlü teneke kutular âdetâ kurtla kuzu misali fakat birbirlerinden henüz habersiz koyun koyuna toprağın altında yatmaktadırlar. Kültür varlıkları ve mayınlar! Her ikisi de toprak altında. İnsan birisini bulunca mutlu olmakta, ikincisinde düşünmeye bile zamanı kalmamaktadır. Yukarıdaki, “şimdi neden çok ileri uygarlık seviyelerinde değiliz?” sorusunun yanıtı aslında çok basit ve hemen önümüzde duruyor. Çünkü, insan olarak yaratıldığımızdan beri nice devletleri uygarlıkları yaktık yıktık, hep birbirimizle savaş içinde olduk. Olmaya da devam ediyoruz. Bunun en belirgin örneği ise, piyangonun bir gün kendilerine isabet edeceği dahi düşünülmeden özene bezene döşenen dünyadaki milyonlarca mayındır.
Güney Anadolu sınır hattındaki en çarpıcı örnek eski Kargamış’tır[1]. Yapılan kazılar sonucunda; Kargamış’ın, aşağı şehir, yukarı şehir ve aslında tarih öncesi dönemlere ait olan fakat sonradan akropol haline getirilen Höyük kesimi olmak üzere üç ana bölümden oluştuğu anlaşılmıştır. Büyük taş bloklar üzerine yapılmış resmî ve dinî konulu kabartmalar (orthostat) halen Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir. Fırat nehri şehirin doğu sınırını oluşturmaktadır. Doğu-batı yönünde geçen demiryolu ise şehri ikiye bölmekte olup, aynı zamanda Türkiye – Suriye sınırını teşkil etmektedir. Eski Kargamış’ın Akropolü ile yukarı şehir kısmı Türkiye’de, aşağı şehir kısmı ise Suriye’de kalmaktadır ve her iki bölüm de, gerek nehir gerek demiryolu ve demiryolu köprüsü ve gerekse sınır ve sınır kapısı gibi stratejik hususlardan dolayı birinci derecede hassas askerî bölgelerdir. Bundan dolayı, Suriye’de kalan aşağı şehir gibi, özellikle Türkiye sınırları içinde kalan yukarı şehir kesimine de tamamen kara mayınları döşenmiştir. Mayınlama işleminin önce şifreli yapıldığı, fakat aradan geçen uzun zaman içinde toprak kaymaları gibi sebeplerden dolayı şifrenin öneminin kalmadığı, sonraları acil bir durumdan dolayı gelişigüzel yani şifresiz ikinci defa mayınlama yapıldığı, en son olarak da dedektöre cevap vermeyen plastik mayınların döşendiği söylenmektedir. Buna göre, her hâlükârda yeri belli olmayan fakat, ancak patladığında yerinin öğrenileceği bir mayın tarlası söz konusudur. 1992-93 yıllarında Gaziantep’te başlatılan turizm atağı esnasında, Kargamış’ın mayınlardan temizlenenek turizme açılacağı yolunda her kesimden yetkilinin beyanat vermesine rağmen böyle bir faaliyete girişilememesinin sebebi bu belirsizlik olsa gerektir. O günlerde sık sık sözü edilen ve kullanılması için umut bağlanan robotların, mayınları ancak patlatmak suretiyle imha edeceği göz önüne alınırsa, böyle bir uygulamanın Kargamış gibi bir antik kentte yapacağı tahribatın boyutunu düşünmek bile insanın tüylerini diken diken yapmaya yeterlidir.
Cyrrhus antik kenti ise bir Geç Hellenistik ve Roma dönemi yerleşmesidir. Kilis il merkezinin güney-batısına düşmekte olup, sonradan yapılan sınır düzenlemeleri sonucunda mayın tarlasının ortasında kalmıştır. Bu sebeple son 20-25 yıldan beri burasını görmek mümkün olmamıştır. Bilindiği kadarıyla bölgede ayakta kalmış tek antik tiyatro yapısı da buradadır. Aynı olumsuz ve tehlike dolu şartlar Cyrrhus için de geçerlidir. Batıdan, yani İskenderun Körfezi’nden doğuya, İran sınırına doğru Suriye ve Irak sınırboyundaki arkeolojik alanlar doğrudan veya dolaylı olarak mayın tehlikesine açıktır. En azından doğuda Fırat Nehrine kadar uzanan Gaziantep-Kilis sınır kesiminde birçok höyük ve arkeolojik alan, mayınlı saha içinde kaldığı için araştırılamamaktadır. Bunların hepsinde de, mevcut teknoloji ile muhtemel bir mayın temizleme işlemi sırasında, patlama halinde bütün kültür katlarının ve eserlerin tahrip olması gibi potansiyel bir tehlike söz konusudur[2].
Halbuki, sadece arkeoloji ve ülke ekonomisi açısından ele alındığında; mayınlardan temizlenmiş bir güney sınırında ekilebilir arazinin değerlendirilmesinin yanısıra, arkeolojik bakımdan da çok önemli olan bu bölgede yapılacak kazılar sonucunda, bulunacak taşınır eserlerin müzeleri doldurması, ören yerlerinin düzenlenerek turizme açılması, bilimde ve turizmde itibar seviyemizi nerelere yükseltmez ki? Kargamış gibi, tüm dünyaca merak edilen bir ören yerinin kazılarının tamamlanıp, meydana çıkarılacak antik kentin ziyarete açılması, özellikle kültür turizmi bakımından büyük bir kazanım olacaktır. Hele bir de Geç Hitit Sarayının Tören Salonu’nun Anadolu Medeniyetleri Müzesinden getirilecek kabartmalı taş blokların (orthostat) en azından fiberglas kopyaları yerlerine konulursa, oluşacak muhteşem atmosferi düşünmek bile insanı şimdiden heyecanlandırmaktadır. Hitit medeniyeti gibi sadece Anadolu coğrafyasına ait bir kültürün, dünyada başka benzeri olmayan bir sarayına ait taht salonunu orijinal malzemesiyle düzenleyip dünya turizmine açmanın ülke tanıtımı ve maddî getirisi bakımından önemini herhalde turizm yatırımcıları ve plânlamacılar çok daha gerçekçi biçimde değerlendireceklerdir.
Fakat, hem Türk vatandaşı ve hem de arkeologlar olarak temennimiz, bir an önce mayınlardan temizlenmiş bir güney sınırında, özellikle de Kargamış’ın, Cryyhus’un, höyüklerin ve arkeolojik alanların insanlığın hizmetine açılması ve bu önemli antik kentlerin tümünü gezebilme ve görebilme mutluluğuna ulaşmaktır. Yeni kritik durumlar karşısında, yeniden mayınla korunma değil ama başka emniyet tedbirlerinin düşünülmesini umut etmektir. Ottawa Sözleşmesi’nin alt maddelerinde kültür varlıklarına ait özel açıklamalar olup olmadığı henüz bilinmemektedir, ancak Unesco ve diğer ilgili kuruluşların ve duyarlı Sivil Toplum Örgütlerinin işbirliği ile, bu konuya yeni tanımlamalar, hükümler ve yaptırımlar getirilebilirse, kültür varlıklarıyla soğuk yüzlü mayınların, eşyanın tabiatına zıt olan toprak altındaki birlikteliği ebediyen sona erdirilmiş olacak, böyle bir mutlu olay ise, insanlığa yapılmış en büyük hizmetlerden birini oluşturacak, belki de böylece dünya barışının temellerine bir taş konulmuş olacaktır.
Yrd. Doç. Dr. Rifat ERGEÇ[3]
Arkeolog
[1] Eski çağlarda Kargamış, Anadolu’yu Mezopotamya ve Mısır’a bağlayan yolların kavşağında ve Fırat kenarında çok önemli bir mevkiiye sahipti. Bu sebeple tarihin hemen her döneminde önemli olaylara sahne olmuştur. Akdeniz ile Mezopotamya arasındaki Kuzey Suriye yol şebekesi sebebiyle M.Ö. II. bin yılın ortalarından itibaren Hititler’in devamlı kontrolünde olmuş, bu yüzden Asur ve Bâbil ile çekişmeler yaşanmıştır. Hitit imparatorluk döneminde Kargamış çok önemli bir konuma sahipti. M.Ö. 12. Yüzyıldan sonra Geç Hitit şehir devletlerinden birisi de burada kurulmuş, Kubaba adındaki Ana Tanrıça’nın merkezi olmaktan dolayı kente belirli bir kutsallık atfedilmiş ve bir dönem Hitit veliaht prensleri burada eğitilmiştir. Kargamış’ta 1878-1920 yılları arasında İngiliz Hükümeti adına aralıklarla arkeolojik kazılar yapılmıştır.
[2] Belki de, uydudan çekilecek termal veya enfraruj görüntülerin yardımıyla özelikle arkeolojik bölgelerdeki mayınları temizleyecek yeni bir teknoloji bulununcaya kadar bunlara dokunmamak daha iyi bir yaklaşım gibi görünmektedir.
[3] Gaziantep Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloj Bölüm Başkanı